18 Şubat 2021 Perşembe

   Beyoğlu ilçesine bağlı olan Taksim benim en uğrak noktalarımdan biridir. Özellikle erken saatlerde sessizliğin içinde yürümek tercihlerim arasında. Korna seslerinden sıkılanlar için muazzam bir yolculuk!

       Özellikle vagon sesleri eşliğinde meydandaki binaları incelemeyi çok seviyorum. Geçen hafta dikkatimi çeken apartmanın  Mehmet Akif Ersoy'a ait  olduğunu öğrendim.  ''Mısır Apartmanı'' olarak bilinen bu bina da Mehmet Akif Ersoy son zamanlarını geçirmiş ve hayata gözlerini bu binada kapatmıştır.

                                                          

                                              


          

  Beyoğlu ilçesine bağlı olan Taksim benim en uğrak noktalarımdan biridir. Özellikle erken saatlerde sessizliğin içinde yürümek tercihlerim arasında. Korna seslerinden sıkılanlar için muazzam bir yolculuk!


       Özellikle vagon sesleri eşliğinde meydandaki binaları incelemeyi çok seviyorum. Geçen hafta dikkatimi çeken apartmanın  Mehmet Akif Ersoy'a ait  olduğunu öğrendim.  ''Mısır Apartmanı'' olarak bilinen bu bina da Mehmet Akif Ersoy son zamanlarını geçirmiş ve hayata gözlerini bu binada kapatmıştır.


                                              

                      
Serginin ikinci kısmında yer alan bu kapak ''Kulis Dergisi'' sinin ilk kapak fotoğrafıdır.

 



                      Derginin neredeyse bütün arşivine sergide rastlamak mümkündür.

1946'tıdan 1996'ya kadar devam eden ''Kulis Dergisi'' 15 günde bir okuyucu karşısına çıkıyordu. Yalnızca Türkiye'de değil ABD, İran, Mısır gibi ülkelerden de takip ediliyordu.


                                                 

                              Dergi 1950'li yıllarında Türkçe olarak da yayımlandı.





                        

 Tiyatro birikimi açısından arşiv oluşturan dergi ve dergi kapakları da sergide yerini alıyor.

   Sergininin ilk kısmında Hagop Ayvaz'ın gençlik yıllarına, detaylı biyografisine ve tiyatroyla nasıl tanıştığına ait bilgiler yer alıyor. Hem Hagop Aygaz'ı yakından tanımak hem de onun birikimden çıkan tiyatro arşivini incelemek için 21 Şubat'a kadar sergiyi inceleyebilirsiniz. Severek çektiğim sergiye ait birkaç fotografı sizinle paylaşarak veda etmek istiyorum.






10 Aralık 2020 Perşembe

    Dante’nin “İlahi Komedya” adlı eseri ruhsal ve manevi bir yolculuk açısından nasıl okunmalıdır?


             


Öncelik  ‘İlahi Komedya’ kitabını  altını çizip, önemli gördüğüm bilgiler doğrultusunda incelemek istiyorum. Kitabın birinci cildi olan Cehennem’de Dante, vahşi bir ormanda kaybolur. Aslında buradaki orman sembolik bir kavramdır. Çünkü Dante Tanrı’yı unutmuştur ve günahlarından kurtulmak için de bu ormanda çırpınıp durmaktadır. Ormanda Dante’nin önüne üç yırtıcı hayvan çıkar. Bir pars , bir aslan ve bir dişi kurt. Bunlarda asıl anlamlarıyla değil, sembolik anlamlarıyla okurun karşısına çıkmaktadır.  Pars uçarılığı, aslan büyüklenmeyi dişi kurt ise cimriliği temsil eder. 

     Bu manevi yolculukta Dante, hırs kavramının üzerinde çok duruyor. Çünkü hırs, insanların acı içinde yaşamasına sebep olan bir kavramdır. Anladığım kadarıyla bu üç hayvan, Dante’nin içinde bulunduğu karakteri bizlere yansıtmaktadır. Ayrıca bu hayvanlar, Dante’nin karşısına cehennemde çıkmaktadır. Yani bu üç davranış insanları cehenneme sürükleyen davranışlardır. Dante üç yırtıcı hayvanın eline düşmek istemediği için başka bir yol olan Araf ve Cennet yolculuğunu gerçekleştirecektir. Rehberi de Vergilius olacaktır çünkü cennet yolculuğu için akıl ve mantık yeterli değildir. O halde Vergilius’un burada aklı sembol ettiğini söyleyebiliriz. 

      İnsan işlediği günahlardan çıkan fena sonuçları akıl ve mantık dahilinde bir öğretmenle öğrenebilir. Dante Vergulius’ u gördüğünde utanır çünkü manevi öğretmeninin karşısına günahkar çıkmıştır. Ayrıca Vergulius’ da bir roma şairdir. Dante’nin bu manevi yolculukta; kendisine eşlik edecek kişiyi şair olarak seçmesinin, şairlerin sözüne önem verdiğini ve duygusal olarak tanıdığımız şairlerin akıl ve   mantık yönünü ortaya çıkartmak istediğini görürüz. İlginç olan şey ise Dante’nin burada Homerosi, Ovidius, Horatius, Lucanus gibi şairleri de görmesidir. Fakat bu yolculukta yalnız akıl ve mantık geçerli değildir. Kalp işi de devreye girecektir. Peki kalbi temsil edecek kişi kim olacaktır? 

       İşte burada Dante’nin aşık olduğu Beatrice devreye girecektir. Şöyle bir yorumda bulunmak istiyorum; Dante’nin çıkacağı yolculuk kalbi de merkeze aldığı görülür. Yani tıpkı bizim dinimizde olduğu gibi Dante’ de büyük ihtimalle bedenimizdeki bütün görevlerin kalbin emrinde olduğunu ve organlarımızın duydukları bilgileri kalpte toplandığını, inanmak ve sevmenin hatta korkmanın bile kalpte bulunduğunu işaret etmektedir. 

     Dante bu yolculukta bütün günahlarının farkındadır ve şöyle der: 

     ‘’ Hayat yolculuğumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum çünkü doğru yoldan ayrılmıştım’’

      Bu günahın ve korkutucu ormanın endişesine kapılan Dante, ölümün bile acı olmadığını söyler. Cehenneme girecek olan kişiler yaşamları boyunca ne iyilik etmişler, ne de kimseye fenalıkları dokunmuştur. Burası Tanrının da düşmanlarının da sevmediği sefillerin yeridir. İyi bir ruh asla buradan geçmez. Fakat Dante’nin İlahi Komedya’sında, iyi olup cennet giremeyeneler de vardır. İşte bunlar dinin görevlerini tam olarak yerine getirmemiş kişilerdir. Burada şu mesaj verilmek istenmiştir, diyebiliriz: 

     ‘’Yalnızca ibadet edip cennete giremeyeceğimiz gibi yalnızca iyilik yapıp cennete de giremeyebiliriz. Yani her şey bir bütündür.’’ 

      Dante’nin Cehennem’inde dokuz kat bulunur. 

      ‘’İslam inancında cehennem yedi kattır. Buradaki eserle İslam dini arasında farklı görebiliriz’’

     Cehennemin en alt katında iblis bulunur. Kitapta göğe yükselme, yaratıcıya ulaşmayı hedefler. Burada Vergilius Dante’ye şöyle der:

      ‘’Neden sormuyorsun bu gördüğün ruhlar kimlerdir diye? Buradan uzaklaşmadan şunu öğrenmeni isterim ki bunlar günah işlememişlerdir, üstün nitelikli olmaları yeterli değildir, çünkü senin inandığın dinin ilk koşulu olan vaftizden bunlar yoksun kalmışlardır.’’ 

       Okurken benim aklıma İslam dininin kurallarından birisi olan, doğar doğmaz çocuğun kulağına ezan okunması gerektiği bilgisi geldi. İslam dininde, çocuğa okunan ezan ve kamet ilk iman telkinidir. Çünkü ezanın mana ve muhtevasında tekbir, tevhid, nübüvvet ve namaz gibi dinin esasları bulunmaktadır. (Hristiyanlıktaki vaftiz gibi.)

      Dante, inancını tazelemek istiyordu. Bu yüzden de bu yolculuktan cennete yükselmek birinci vazifesiydi. Dante’nin ilahi yolculuğu hakkında bilgi vermem için öncelikle bu katları açıklamalıyım;

 Birinci kat Limbus’dur. Dante burada Akheron nehrinin karşı kıyısındadır. Burası Hristiyanlıktan ve Hristiyanlıktan sonra vaftiz edilmeden ölenlerin , acı çekmeden, ümitsizlik içinde yaşadıkları yerdir.

 İkinci Daire Şehvet Düşkünleri’ydi. Burası artık cehennemdi. Burada aşk denen tutku fırtınasının elinde oyuncak olan ve oradan savrulan kişiler bulunmaktaydı. Mesela aşk yüzünde kendini öldüren bir kadın vardı. Dante bu şehvet düşkünlerini, aşkın dünyadan ayırdığı görüntüler olarak nitelendirmişti. Dante de Beatricia’ya çok aşıktı. Kendisini burada çok sorguya çektiğini söyleyebilirim. 

Üçüncü Daire Oburlar Dairesiydi. Burada hayatlarında, damaklarının zevkinden başka bir şey düşünmemiş olan zavallılar bulunmaktaydı. Vergilius bu katta Dante’ye kıyamet gününden sonra neler olacağıyla ilgili açıklamalarda bulunmuştu. 

Dördüncü Dairede Cimriler ve Savurganlar vardı. Bunlar iki karşıt suçu işlemiş ve aynı cezaya çarpıtılmıştı. Bu katta artık Cuma günü sona erip cumartesi günü gelmişti. Dante buradaki katın diğer kattakilere göre daha kalabalık olduğunu gördü. İslam dininde de cimriliğin hoş karşılanmadığını söyleyebiliriz. Eğer mallar belli ellerde birikirse birkaç kişi istifade eder, toplumun büyük bir kesimi aç ve fakir kalır. Bu ise Allah’ın adaletine aykırıdır. Herkesin, Allah’ın yarattığı nimetlerde hakkı vardır.

 Beşinci Dairede Styx Bataklığı, Öfkeliler, Dite Şehri vardı. Burada Dante ve Vergilius’un manevi yolculukları tevekküle dayalıdır. Çünkü Tanrı’nın yardımı gelmeden yollarına devam edemeyeceklerini anlarlar.

Altıncı Daire Sapkınları oluşturur. Burada Dante’nin karşısına Cehennem cadısı çıktı. Dante korkusundan Vergilius’a sokuldu. Onu hem öğretmeni hem de koruyucusu olarak görüyordu.

 Yedinci Daire Saldırganlardı. Burada insanların can ve mallarına el uzatmış olanlar vardı. Cehennem ağırlığına göre kaynar kan deryasına, derece derece batmış durumda azar çekmekteydiler. 

Sekizinci daire Hilecilerdi. Bunlar uzun kırbaçlarla birlikte dövülen kimselerdi. Bu kimseler başkalarının adına aldatma işini yapanlar, öteki yarısında bu suçu kendi hesaplarına işleyelerdi. 

Son daire yani dokuzuncu daire Hainlerdi. Burada buz gibi bir soğuk vardır. İki şairin cehennemdeki yolculuğu burada bitecektir. Cehennem’de Dante’nin küçük bir arınma süreci var. Oda günahkârları ve çektikleri azapları görmesi, olaylara şahitlik etmesi ve onun günahlarından af dilemesidir. 

     Dante sanki gerçekten cehennemde bulunmuş gibi orayı tasvir etmiştir. Aslında acılarını avutmak istemiştir. Bunu da Tanrı’ya iman ederek yapması gerektiğinin farkındadır. Yukarıda da bahsettiğim gibi Dante bunları insanların sayısız haksızlıklarını eleştirerek, iman kalesinin önünde kırmak istemiştir. Dante, kalelerine sığınıp yaralarını sarmaya bu şekilde yönetmektedir. Günahlarını doğruluk kavramı üzerinde durarak, hırs ve tamah sisleriyle dumanlanan zihninde, her gün biraz daha kendisini sorguya çekerek af dilemiştir.. 

     Eserin amacı okunduğunda zaten görülecektir. O da şudur; Bu dünyada yaşayan insanların içinde bulunduğu sefaletten kurtarmak. Dante, bu yolculuğu birisinin ona eşlik etmesi şeklinde oluşturur.

     Biliyoruz ki dinimizde bu görev peygamberindir. Yazar, İlahi Komedya’sında bu görevi bir şaire vermiştir. Beatrice’yi ise melek olarak görmektedir. Burada önemli bir bilgi vermek isterim. Dante’nin İlahi Komedya’sında insanların günahlarına karşılık öç alan kişi Tanrı değildir. Bu kullar tam tersi bağışlayıcı olan Tanrı’ya sığınmak yerine ondan kaçmışlardır. Yani kendi kendilerini cezalandırmışlardır. Zaten Dante’nin Cehennemin de karanlık orman zamanın karmaşıklığını gösterir. Yani kurtulmak ve selamete varmak için insanın Tanrı’ya ihtiyacı vardır. İlahi Komedya Cehennem cildini inceledikten sonra Araf’a geçmek isterim. 

     Araf’da cehennem kadar günah işlenmiş kimseler yoktur. Araf Cennet’le Cehennem arasında bulunur. 

 ’’ Araf İslam inancında var olan bir şeydir. Yani pek Hristiyanlıkta yoktur. Öyleyse Dante’nin kitabı yazarken İslam dininden de etkilendiğini söyleyebiliriz. ‘’ 

       Kitaba gelecek olursak Dante Araf’da cehennemin karanlıklarından kurtulduğu ve yeniden gün ışığına kavuştuğu için mutludur. Bu yüzden gözyaşlarını tutamaz. Bu iki şair yolculuklarına burada da devam etmektedir. Dante hala cennete ulaşamamıştır. O halde okuyucuya vermek istediği mesaj; cehenneme gitmenin çok kolay olduğu oysaki cennetin uzun bir yolculuktan sonra ulaşılacak yer olduğu mesajıdır. Araf cehennemden daha az korkunç ve daha sakindir. Öyleyse huzura kavuşulacak cennet kim bilir nasıldır?

     Şimdi de insan ruhunun göklere yükselmeye layık duruma geldiği Araf’ı terennüm edecektir. Burada Dante hep sağdan gideceğini söyler ve şöyle tasavvur eder; 

     ‘’Sağa dönerek gözlerimi öteki kutba çevirdim ve ilk dölden başka kimsenin görmediği dört yıldızı gördüm.’’ 

     İlk döl derken Dante Adem ile Havva’yı hatırlatır. Bu ilk çift yasaklı meyveye dokunarak yeryüzü cennetine girmişti. Bu ana kadar da burada yaşamışlardı. Bu kısımda yalnızca iki ırmakta bulunan ruhlar cennete gitmeyi hak kazanıyordu. Bu sebepten Araf’da temizlenmesi gereken ruhlar öncelikle Tevere Nehri’nde toplanıyor. Sonra meleklerin güttükleri kayıklarla gidecekleri yere dağılıyorlardı. Cehennem’de farklı olarak Dante’nin arınması burada tam anlamıyla gerçekleşecektir. Araf dağı cehennemin aksine yedi kattan oluşuyordu. Farklı olarak da cezaların şiddeti aşağıdan yukarıya doğru değişiyordu. Bu ciltte dikkatimi çeken unsur yukarıda bahsettiğim Cehennem’de; Vergilius ile Dante ilk olarak şehvet düşkünlerinin sonra cimrileri daha sonra da öfkelileri görmüştü. Araf’da ise bu durumun tam tersi vardı. Birinci Grup Aforoz Edilenlerdi. Burası çok dik ve sarp bir kayalıktı. Vegilius ve Dante buraya çıkarken çok zorlandığı görülür. Yükselmek, hedefe ulaşmak için çaba sarf etmeleri gerektir. İkinci Grup ihmalcilerdi. Burada Tanrıdan af dilemek ve gufrana sığınmak için son nefeslerini beklemiş ruhlar bulunuyordu. Üçüncü Grup Eceli Kaza ile ölenlerdi. Bunlar savaş meydanlarında can vermiş cinayete kurban gitmiş kimselerdi. Burada şöyle bir farktan bahsedebiliriz. İslam dininde şehitlerimiz cennetin en güzel yerlerine konuyor. Fakat burada şehitler Araf’da yer almıştır. Dördün grup ise İhmalci hükümdarlardır. Burada yılan şeytan kandırmasını, meleklerse Tanrı’nın yardımını temsil etmektedir. Beşinci kat: Hasislik ve müsriflik. Dante burada ruhlarla konuşmaya başlıyor. Altıncı kat: Oburluktu. Burada tıpkı Dante gibi cennete yükselme gayreti olan ruhlar, aç ve susuz cezalarını çekiyorlardı. Dante’nin Oburluk katında ruhani yolculuğuna, gençlik ve çapkınlık yıllarını hatırlayarak çıkmıştır. Ve kendisini sorguya çekmiştir. Burada Dante’nin gençliğine ait bazı bilgiler vermesi bakımından biyografik önem vardır, diyebiliriz. Yedinci Kat:Şehvet Düşkünleri. Burada Dante şehvet düşkünlerinin alevler içerisinde yandığını görür. Ve artık yeryüzü cennetinde Beatrice karşısına çıkar. Vergilius’un görevi bitmiştir. Cehennem’de Dante’ye akıl ve mantık eşlik etmişti, Cennet de artık kalp devreye girecektir.

       Dante Araf’da iyinin güzelliğini yenileşme gözüyle görür. Göz kulak kesilmiş bir şekilde ruhları izler. Çünkü karşılaştığı ruhların tutku ve isteklerini kendi doğrultusunda kıyaslamaya çalışmıştır. Sonunda Cennete kavuşma arzusu gerçekleşecektir. 

     Kitabın son cildi Cennete geçecek olursam öncelikle burada zaman kavramının olmadığını söyleyebilirim. Ahiret yolculuğunun bu son kısmı, zaman bakımından ölçüsüzlük içinde sürüp gitmektedir. Ayrıca burada yer denen şeyden de eser yoktur. Cennetin katları ise dokuzdur. Dante burada, Beatrica’yle birlikte Cenneti oluşturan Gök’e doğru yükselmeye başlayacaktır. Yukarıda yükselmeyi Tanrı’ya yakınlaşma olarak ifade e dildiğini söylemiştim. İşte artık Tanrı’ya ulaşma vakti gelmiştir. Birinci gökte başkalarının arzularına boyun eğdikleri için adaklarını yerine getirememiş insanların ruhları bulunur. Bu nedenle cennette de insan bedenine sahiptirler. Buna karşılık cennetin diğer katlarındaki ruhlar, ışıklı birer nokta görünümündedirler. İkinci gökte; Merkür gezegeninde dünyada ün kazanma tutkusunun peşinden gitmiş kişiler vardır. Venüs'ün bulunduğu üçüncü gök katında dünyada büyük bir sevgi duymuş olanların ruhları vardır. Dante’nin bu üç yolculuktaki arınması Cennet’te arşa çıkmıştır. Yukarıda da bahsettiğim gibi arınma çeşitli yollardan geçer. Eser hakkında küçük bir değerlendirme yapmam gerekirse ‘İlahi Komedya’ ahirete yapıldığı varsayılan yolculuğun kitabı olmuştur. Bu eser yalnızca Dante’nin fiziksel ve ruhsal yapısıyla incelenebilir. Dante’nin hayatında çok büyük darbe aldığı bir mahkum hayatı olmuştur. Bunu ‘acı ve onur kırıcı geçen günler’ olarak değerlendirir. Şunu biliyorum ki; her edebî eser, yazarının hayatından, hayata bakış açısından, gözlemlerinden az çok izler taşır. Her metin; yazarının hayatının, kültürünün, zevkinin izlerini yansıtır. Bunun için yazarın, sanatının oluşmasında etkili olan hayat hikâyesinin bilinmesinde yarar vardır. Dante’nin hayat hikayesini okuduğum zaman eserinde bu izlerin küçük değil, gayet geniş yer verdiğini gözlemledim. Bir diğer önemli hususta Beatrice’dir. Öncelikle Dante’nin manevi yolculuğunda Beatrice en önemli kişidir. Dante aşkı ile hayatı arasında sıkı bir yakınlık kurmuştur. Dante Beatrice’yle gerçek hayatta hiç konuşmaz. Büyük bir ihtimal ulaşılmaz olduğu için onu gözünde büyütmüş hatta eserinde melek olarak tasvir etmiştir. Eseri okurken Beatrice olmasaydı bu eser yine çıkar mıydı? Sorularını kendime sordum. Dante bu manevi yolculukta söylenenleri dinler acı çeker ve savaşır. Bütün bunlardan sonra Tanrı’nın karşısına çıkmayı hak kazanır. Eserde gözlemlediğim başka bir hususa geçmem gerekirse; İslam anlayışına çok büyük yer verildiği görülür. Cehennem’de hemen hemen daima sol kolu izleyerek gitmesi gibi. Çünkü şer yoluna sol taraftan yapılır. Dante bunu da İslam anlayışına borçludur. Dante’ nin bu eseri yazmasının bir başka nedeni de içinde yaşadığı problemlerdir. Ruhunu kemiren şüphe ve kararsızlıklar, tezatlar, kalbini yaralayan acılar onu bu yolculuğa iletmiştir. İlahi Komedyası’nda dünyanın nasıl olması gerektiği mesajını vermiştir. Güzelin, iyinin, doğrunun özlemi içinde yaşamış, bu uğurda savaşmış, acı çekmiş bir kişidir. Fakat asla yenilgiye düşmemiştir. Sonuç olarak da şaheseri ‘İlahi Komedya’sı ortaya çıkmıştır. 

7 Aralık 2020 Pazartesi

 Ben öncelikle Neşâtî’ nin ‘gamze’ kavramına şiirlerinde nasıl yer verdiğini incelemek istiyorum. İncelemeye geçmeden önce gamze kavramını açıklamak isterim. Gamze; Arapça ‘’göz kırpmak, göz işareti yapmak’’ anlamındaki ‘’gamz’’ kökünden gelir. Kelime divan edebiyatında sevgilinin aşığına yönelttiği süzgün manalı ve yan bakışı ifade etmek için kullanılır. Gamze göz kaş ve kirpiğin birlikte gerçekleştirdikleri bir eylemdir. Aşağıdaki beyitlerde de farklı farklı kullanımlarını göreceğiz. Şairler gamzeyi en çok ok ve kılıca benzetmişlerdir, çünkü sevgilinin gamzesi aşığın can, gönül, sine, ciğer gibi unsurları hedef alarak, ona acı verir, onu yaralar hatta öldürür. Bu yüzden sevgilinin yan bakışı ok kadar delici ve kılıç kadar keskindir. Divan edebiyatında gamze bu vasıfları sebebiyle kan dökücü, katil, avcı , cellat olarak nitelendirilmiştir. Neşâtî’nin gamze kavramına nasıl değindiğini ise aşağıdaki beyitlerle açıklamaya çalışacağım: 

                                 Mefâ’îlün / Mefâ’îlün / Mefâ’îlün / Mefâ’îlün

                            1.Beyit: Hücûm-ı gamze bî-tâb eylemişken cân-ı nâlânı

                               Yine tahrîk-i nâz itmekde turmaz çeşm-i fettânı

 Kelimeler: Hücûm-ı gamze: Sevgilinin süzgün bakışının saldırısı. Bî-tâb: Güçsüz. Cân-ı nâlân: İnleyen âşığın canı. Tahrîk-i nâz: Sevgilinin yaptığı nazın kışkırtması. Çeşm-i fettân: Karışıklık çıkaran göz. Günümüz Türkçesiyle Nesre Çeviri: ‘’Sevgilinin karışıklık çıkaran gözü, süzgün bakışının saldırısıyla inleyen âşığı güçsüz bırakmışken yine de yaptığı işveyle âşığı kışkırtmaktan vazgeçmez.’’ 

Şerh: Klasik Türk şiiri geleneğinde sevgili, gözlerinin ucundaki kirpikleri süzgün bakışıyla bir ok gibi kullanarak, âşığın gönlünde halkalar şeklinde delik delik yaralar açar. Âşık ise sevgiliden gelen bu okların gönlünde meydana getirdiği yaralardan dolayı yorgun, bitkin, güçsüz bir halde sürekli inleyerek perişan olur. Ancak sevgili, âşığın maruz kaldığı bu acınası hale üzülüp bu saldırısından vazgeçmek yerine yaptığı işten haz duyarak, yaptığı nazla âşığı daha çok kışkırtır ve zaten can acısıyla bitkin bir halde olan âşığı, yaptığı nazla daha çok perişan eder. Neşâtî, sevgili ile âşık arasındaki bu ilişkiye değinilerek sevgilinin karışıklık çıkaran gözünün süzgün bakış saldırısıyla âşığı inletip bitkin bir hale getirdiği; bununla da yetinmeyip yaptığı nazla onu kışkırtarak daha fazla perişan etmekten geri durmadığı söylenmektedir. Beyitte, gamzenin hücum etmesi, canın inlemesi insana ait özelliklerin insan dışı varlıklara verildiğini göstermektedir. Bu yüzden beyitte teşhis sanatı vardır. 

                                         Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilün 

                                 2.Beyit:Safâ-yı hulkı ol gâyetde kim te’sîr-i feyzinden

                                     Dil-i ‘uşşâka gamze lutf ile ‘arz-ı vidâd eyler

 Kelimeler: Safâ-yı hulk: Yaratılıştan gelen neşeli olma hali. Gâyetde: Fazla, çok fazla. Te’sîr-i feyz: Bolluğun etkisi. Dil-i ‘uşşâk: Âşıkların gönlü. Gamze: Sevgilinin süzgün bakışı. Lutf: İyi muamele, iyilik, hoşluk. Arz-ı Vidâd: Sevgi, muhabbet, dostluk sunmak

. Günümüz Türkçesiyle Nesre Çeviri: ‘’(Sevgilinin) yaratılışında olan neşeli olma hali o kadar fazladır ki onun süzgün bakışı, bu neşeli olma halinin fazlalığından dolayı âşıkların gönlüne karşı iyi muamelede bulunarak, onlara sevgi, muhabbet, dostluk sunar.’’

 Şerh: Klasik Türk şiiri geleneğinde sevgilinin süzgün bakışı olan gamze, genellikle âşığın gönlüne gönderdiği oklarla âşığın gönlünde yaralar açan, kan döken bir katil olarak tasvir edilmektedir. Oysa Neşâtî bu beyitte, sevgilinin yaratılışında bir neşelilik, zevklilik hali olduğunu, ondaki bu halin fazlalığından genellikle katil olan gamzesinin bile etkilenip âşıklara iyi davrandığını, onlara sevgi, muhabbet, dostluk sunduğunu söylemektedir. Yani şairin söz konusu ettiği sevgilinin süzgün bakışı, sevgilinin neşeli, eğlenceli halinin etkisinde kalarak âşıklara karşı, geleneğin kendisine verdiği rol gereği adeta bir katil gibi davranması gerekirken iyi muamelede bulunarak, onlarla dostluk bağı kurmak istemektedir. Neşâtî sevgilinin süzgün bakışı olan gamzenin, âşıklara iyi muamelede bulunması insana ait özelliklerin insan dışı varlıklara verildiğini göstermektedir. Bu yüzden beyitte teşhis sanatı vardır.

                                             Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilün 

                                    3.Beyit: Gamze tîrin hedef-i câna ki per-tâb eyler

                                       Nâz dâmen-be-miyân aña sihâm-âver olur 

Kelimeler: Gamze tîri: Sevgilinin süzgün bakış oku. Hedef-i cân: Sevgilinin, âşığın gönlünü hedef tahtası olarak kullanması. Per-tâb: Atma, atılma, sıçrama. Nâz: Sevgilinin yaptığı işve, cilve. Dâmenbe-meyân: Eteği belinde, işe hazır. Sihâm-âver: Okları getirici.

 Günümüz Türkçesiyle Nesre Çeviri: ‘’(Ey sevgili) senin süzgün bakışının oku, âşığın gönlünü hedef tahtası yapmak için atılır; senin yaptığın cilve de atılan okları getirmek için hazır bir şekilde bekler.’’ Şerh: Klasik Türk şiiri geleneğinde sevgilinin süzgün bakış oklarını, âşığın gönlüne göndererek âşığın gönlünde halka halka yaralar açması bu şiirde bir okçuluk imajının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu imaja göre sevgili, süzgün bakış oklarını âşığın gönlüne gönderip orada yaralar açtığı için hedef tahtasına ok atan bir okçu; âşığın gönlü ise sevgilinin süzgün bakış oklarına maruz kaldığı için bir hedef tahtasıdır. Neşâtî de bu durumu söz konusu ederek sevgilinin süzgün bakışının, âşığın gönlünü bir hedef tahtası yapmak için öne atıldığını; bunu yaparken de nazı, atılan okları geri getirmesi için hazırda beklettiği ifade eder. Beytin geneline baktığımızda bir okçuluk imajının çizildiğini, bu imaja göre gamze okunun, âşığın gönlünü hedef tahtası yapmak için öne atıldığı, bu işi yaparken attığı okları geri getirmesi için de nazı kullandığını görüyoruz. Bu imaj çizilirken insana ait özellikler insan dışı varlıklara verildiği için teşhis sanatı yapılmıştır. Beyitte okçuluk ile ilgili tabirler olan gamze tîri, hedef, per-tâb, sihâm-âver gibi kavramlar bir arada kullanılarak tenasüp sanatı yapılmıştır. 

                                             Mef‘ûlü / Mefâ‘îlü / Mefâ‘îlü / Fe’ûlün 

                                    4.Beyit:Olsak ne ‘aceb gamze ile dest ü girîbân

                                                 Çıkmış yed-i tevfîk ile gaddâre-i ‘ışkuz 

Kelimeler: Ne ‘aceb: Şaşılır mı, şaşılmaz. Gamze: Sevgilinin süzgün bakışı. Dest ü girîbân olmak: (Bir şeyin, birinin) elle yakasına yapışmak, onunla çekişmek. Yed-i tevfîk: Allah’ın yardım eli. Gaddâre-i ‘ışk: Aşkın keskin kısa kılıcı.

 Günümüz Türkçesiyle Nesre Çeviri: ‘’Elimizle sevgilinin süzgün bakışının yakasına yapışsak, onunla çekişsek buna şaşılmasın; çünkü biz, Allah’ın yardım eliyle (kınından) çıkmış olan aşkın keskin kısa kılıcıyız.’’ Şerh: Bu beyitte yine Klasik Türk şiiri geleneğine göre âşığın gönlünde yaralar açan, âşığın kanını döken gamzeden bahsedilmiş ancak diğerlerinden farklı olarak bu beyitte, âşığın da gamzenin bu saldırganlığına karşılık verdiğine dikkat çekilmiştir. Neşâtî bu beyitte, âşıkların, sevgilinin süzgün bakışı ile yaka paça kavga ediyor olmalarına şaşırmamak gerektiğini, çünkü gamzenin o kan dökücü özelliğine karşılık kendilerinin de Allah’ın yardım eliyle kınından çıkmış, aşkın keskin kısa kılıcı olduklarını belirtmektedir. Yani Neşâtî, eğer sevgilinin süzgün bakış okları atan, kan dökücü gözü varsa biz de boş değiliz; Allah’ın yardım eliyle kınından çıkmış, aşkın keskin kısa kılıcıyız demektedir. Beyitte, âşıklar ile gamzenin yaka paça kavgalı oldukları söylenerek yine gamzeye insana ait özellik verilerek teşhis sanatı yapılmıştır. Beyitte âşıklar, Allah’ın yardım eliyle kınından çıkmış, aşkın keskin kısa kılıcına benzetilerek teşbih sanatı yapılmıştır. 

 Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilâtün / Fâ’ilün 

5.Beyit: Gamze mahmûr u girişme ser-girân-ı nerm-i nâz

 Kûşe-i çeşmüñ yine mey-hâne şeklin bağlamış 

Kelimeler: Gamze: Sevgilinin süzgün bakışı. Mahmûr u girişme: Baygın ve işveli. Ser-girân-ı nerm-i nâz: Nazın yumuşaklığının sarhoşluğu. Kûşe-i çeşm: Gözün köşesi. Mey-hâne: İçki içilen yer. Günümüz Türkçesiyle Nesre Çeviri: ‘’(Ey sevgili) süzgün bakışın, nazın yumuşaklığının baş döndürücülüğüyle sarhoş ve işveli olunca gözünün köşesi, yine meyhaneye benzemiş.’’ 

Şerh: Bütün beyitlerde olduğu gibi bu beyitte de sevgilinin süzgün bakışı olan gamzenin ön planda olduğunu görmekteyiz. Beyite göre sevgilinin süzgün bakışı olan gamze, nazın yumuşaklığının baş döndürücülüğüyle sarhoş ve işveli olmakta ve bu sebeple sevgilinin gözünün köşesi meyhaneye benzemektedir. Klasik Türk şiirinde meyhane, hem tasavvufi hem de gerçek manada kullanılmıştır. Birinde âşıklar gerçek şarabı içerek gerçekten sarhoş olmakta, diğerinde ise Allah’ın aşkının şarabı ile kendilerinden geçmektedirler. Her ikisinde de âşıkların meyhanedeki konu meyhanenin kuytu bir köşesidir. Âşıklar, meyhanede böyle gözlerden uzak bir köşe seçerek, sevgililerinin aşkıyla kendilerinden geçip sarhoş olmaktadırlar. Neşâtî de meyhane köşesi ile sevgilinin gözünün köşesi arasında bir ilişki kurulmuştur. Çünkü beyitte sevgilinin gamzesi, nazın yumuşaklığının baş döndürücülüğüyle sarhoş ve işveli olmuştur ve aynı zamanda gamze, sevgilinin gözünün köşesiyle âşığa bakış atması anlamına da geldiği için meyhane köşesi ile ilişkilendirilmiştir. Beyitte gamzenin, nazın yumuşaklığının baş döndürücülüğüyle sarhoş ve işveli olması durumu yine insana ait olan özelliklerin insan dışı varlıklara verilmesine bir örnek teşkil ettiği için teşhis sanatı yapılmıştır. Ayrıca sevgilinin gözünün köşesi meyhane köşesine benzetilerek teşbih sanatı yapılmıştır. 

                                            mefâilün mefâilün mefâilün mefâilü

                    6.Beyit:Yiter mecruh-ı tig-ı gamze olduk gonca-i la’lün

                       Nemek-riz-i tebessüm olsa zahm-ı cana olmaz mı 

keimeler: Mecruh: Yaralı. Tig: Kılıç. Gamze: Süzgün bakış. La’l: Kırmızı al. Mec: Dudak. Nemek-Riz: Tuz serpen. Zahm:

 Yara Günümüz Türkçesiyle Nesir: ‘’( Ey Sevgili!) Süzgün bakışının kılıcından yaralandığımız yeter, dudağının goncası can yarasına tebessüm tuzunu serpse olmaz mı? ‘’

 Şerh;Beyit, kadim tıp uygulamalarındaki yarada mikrop üremesini engellemek için yaraya tuz basılmasını merkeze alarak kaleme alınmıştır. Divan şiirinde maşuk-aşık karşısında her zaman katı ve acımazsızdır. Ona hiçbir şekilde değer vermez. Ona baktığında bile haşin ve küçümseyici bir eda takınır. Bu tutum aşık için incitici ve yaralayıcıdır. Bu yüzden divan şairleri sevgilinin yan/süzgün bakışını yaralıyıcılık ve öldürücülük bakımından ok ve kılıçla ilişkilendirirler. Beyitteki tig-i gamze (süzgün bakışın kılıcı) tamlaması bu tahayyülün neticesidir ve bakışın kılıca benzetildiği bu ifade teşbih-i beliğdir. Beyitte mecruh(yaralı)gonca, la’l (dudak) ve zahm (yara) kelimeleri arasında kırmızılık bakımından tenasüp, olmaz mı ifadesinde ise İstifham söz konusudur. Olduk, olsa, olmaz mı şeklinde olmak fiilinin vurgulanması ise tekriri doğurmuştur.

                                                                      BARIŞ MANÇO

                                                NANE LİMON KABUĞU

Dinlediğimiz  şarkının  ritmine kapılıp gittiğiniz zamanlar olmuştur. Hatta belki de tekrar tekrar yüzlerce kez başa alıp dinlediğiniz zamanlarda. Şarkı, insana sesler aracılığıyla kendini ifade etme olanağı veren, sanat tanımıyla da insanın müzik ile arasındaki bağın temelidir aslında. Müziğin, evrensel ve dünyadaki tek ortak dil olduğunu düşündüğümüzde, önemini daha da iyi kavrayabiliriz. Şarkılar direk ruhumuzla bağlantı kurduğu için insan üzerinde en etkileyici sanat dallarının başında geliyor. Hal böyle olunca da müzikte, bu duyguların kimseye zarar vermeden serbestçe taşabileceğini ümit ederiz. Özellikle de çocuklar için bu nokta çok önemlidir. Bir de bunlara söz eklediğinde daha da dikkatli olmamız gerekir. Çocuk şarkıları, çocukların öğrenme kabiliyetlerini arttırması itibariyle son derece önemlidir.  Bir çocuk, bir çizgi film karakterinin sürekli kullandığı bir repliği ezberler ve bunu tekrar etmeye başlar. İşte, çocuk şarkıları da bu anlamda şarkının içinde geçen sözler itibariyle çocukların aklına kolaylıkla yerleşir.  Çocuk, ilk defa dinlediği bir şarkıdan herhangi bir anlam çıkarmasa da kolaylıkla söyleyebilir, hatta başka arkadaşlarına dahi öğretebilir. Ancak, şarkıdan anlam çıkarmak daha karmaşık olduğundan o noktada yardıma ihtiyacı olacaktır. İşte bu  ezber konusu benim şarkı seçimimde ana noktam oldu diyebilirim. Aslında çocuklar, şarkı dinlerken ileride daha iyi bir okuyucu ve konuşmacı olmasına bile katkı sağlandığını söyleyebiliriz. Ben bütün bu doğrultularda şarkımı seçmeye çalıştım. Seçtiğim şarkı, çocuk şarkısı kategorisinde belki değil, ama ben bu şarkının birçok çocuk şarkısından daha öğretici ve daha eğlenceli olduğunu kanıtlamaya çalışacağım. Şarkıyı seçmemim nedeni aslında Barış Manço' dur. Her çocuk gibi ben de Barış Manço ' nun şarkılarıyla büyüdüm. 23 nisanda gösterilerde onun şarkıları çalardı. Annemle birlikte ezbere bildiğimiz şarkılardı bunlar. Ayı, Arkadaşım Eşek, Hal Hal, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa gibi şarkılar benim gibi birkaç neslin de şarkısıydı aslında. Hepimiz belki de onun şarkılarıyla büyüdü ve hala  da onun şarkılarıyla büyüyor, hala  dinleniyor. Peki neden?

Çünkü  Barış Manço halkın içerisinde tecrübe ettiği, dinlediği olayları anlatmak istediği konuyu muazzam bir hayal gücü ile birleştiriyor. Hal böyle olunca da çocukların dünyasına girebiliyor. Hani  eski bir şarkı işitirsiniz; sizi yıllar öncesine götürür, o şarkıyı dinlediğiniz anı yeniden yaşarsınız sanki. Nane Limon kabuğu da benim için öyle bir şarkı. Barış Manço bunu yaparken ıspanağı, diş fırçalamayı, eşitliği paylaşmayı sevdiriyor. Nane, limon kabuğunda da , tarçın ve zencefilin gripten koruduğunu, ‘Çok yaşa’  ‘Sen de gör’ demenin saygı olduğunu, eğlenerek öğretmenin tadını çıkartıyor. Barış Manço' nun mesaj kaygılı şarkılarından sadece birisi bu şarkı. Hapşurma efektinin şarkıya girmesiyle basit bir nane limon tarifinden bile nasıl harika bir şarkı çıkartılabileceğini göstererek, büyük müzik dehasını bir kez daha ortaya koymuştur. Çocuklara bu güzel şarkı ile  grip ve soğuk algınlığına doğal bir tedavinin tarifini vermiştir. Hem de bu tarifi o kadar güzel vermiştir ki yazmanıza da gerek yok, sadece aktarda alırken ve yaparken içinizden bu güzel şarkıyı mırıldanmak tarifi hatırlamanıza yeter. Reçete gibi şarkı. Dinlenen bir melodinin daha sonra zihinde canlandırılabilmesi insanlara has bir yetenek. Annelerimizin hastayken yaptığı birkaç kaç taze nane yaprağı ve kalın kabuklusundan 1 dilim taze limon ile mucizeler yaratılabilecek olan bu karışım bir süre sonra akıllarda yer etmeye başlıyor. Liseye ilk başladığım dönemlerde hiçbir tarif olmadan hafızamdaki sözlerle hazırlayabilmiştim. Müzikle hafıza arasındaki ilişki bu derece de güçlüdür işte. Müziğin anımsatıcı etkisi bu derece de güçlüyse neden bu çocukların hayatında daha sonra da yer edecek, bilgi niteliğinde bir şarkı olmasın. İyileşmek için bu güzel şarkısını dinlemek  belki yeterli geliyor, on numara  bir tarifle  bin derde deva oluyor. Her dinlediğinde ne  zengin dilimiz varmış bizim diyorum.  Şarkı sayesinde Türkçe ’yi de  ayakta tutabiliyoruz. Anlamsız şarkılardan sonra çölde vaha gibi bir şey oluyor. Öncelikle şarkıda kültür değerlerimizi bize yüzyıllar önceden aksettiren, Türk dilinin anlam olarak çok zengin bir dil olduğunu misallerle bizlere gösteren atasözlerinin yer alması, Türk çocuklarına ayna olacak cinstendir. ‘’Bir Çiçekle Bahar Olmaz’’ atasözüyle başlayan şarkı kötü bir gidişatta olumlu, beklenmedik bir gelişme olunca; yine de her şeyin şahane bir şekilde düzelmeyebileceğini  bizlere anlatır. Güzel dilimizde, asırların süzüp getirdiği; her biri ya bir atasözünde yalın bir ifade bulmuş ya da manilerde billurlaşmış öyle söz kıvamları vardır ki, bunların yanında ayarı düşük bazı kabil anlatımların nasıl tutunabildiğini merak etmeden geçemiyor insan. Ve bu söz varlığımızı çocuklara bir şarkıyla öğretmek oldukça kolay olabilir. İnsanın benzer birkaçını her duyuşunda, bunlarda sakın sinsi bir niyet olmasın diyesi geldiği bu örneklerin belki de en masumlarından birisi, şu “Bir Çiçekle Bahar Olmaz” ibaresidir. Sonrasın da gelen ‘’Can Pazarı Bu Oyun olmaz’’ atasözüyle kendimize her daim dikkat etmemiz gerektiğini belirtir. Çoğu zaman ‘’Hesap Çarşıya Uymaz Sonra Dizini Döversin’’ sözleriyle de hayatta çoğu işimiz için önceden planlar, programlar yapar hayatımızı ona göre şekillendirirken aslında durumlar ile ulaşılan sonucun her zaman aynı olamayabileceğini gösterir. Bu atasözlerinin çocuklardaki merak duygusunun daha fazla harekete geçirecektir. Hem  düşündürecek, hem de  zeka gelişimine ciddi oranda katkı sağlayacaktır. Hatta merak duygusu ile beslenmiş bir öğrenme arzusu çocuğun zeka gelişimine ekstra katkı ile birlikte merak duyduğu konuyu yaşıtlarından çok daha ileri düzeyde öğrenebilmesini sağlayabilecek etkiler yaratabilmektedir. ‘’Eski Adamlar Doğruyu Söylemiş’’  derken belki anneanne-dede gibi yaşlı kişilerin, daima bir bildiğinin olduğunu, çocuklar ve torunlarla kurulan olumlu ilişkiye dikkat çekmek istemektedir. ‘’Zürefanın Düşkünü Beyaz Giyer Kış Günü’’ derken de aslında annelerin kışın  en  çok çocuklarını giydirirken zorlanmasına dikkat çekmektedir. Çünkü çocuklar atkı ve mont giymekten genellikle hoşlanmazlar. Onlara burada tatlı bir mesaj vardır. Giyimine daima  özen göster, yoksa şifayı kaparsın der. Fakat bunları hiçbir koşul cümlesi yapmadan verir. Sevgiyle ve hareketli enerjik bir müzikle yapar. Sevgiyle öğretmek, bağırmaya gerek olmadığı anlamına gelir ve sevgiyle öğrenen her çocuk daima bir adım öndedir.                          

                      MİKROPLAR ELDEN ELE

                          SEVDA SERCAN GÜL

 YouTube’ da ilk bakışta çocuklar için uygunmuş gibi görünen, şarkılar, çizgi film karakterleri olan ancak içeriğinde çocuklar için hiç de uygun olmayan, çoğunluğu şiddete dair ögeler içeren ve sayıları hiç de az olmayan videolar da var. Yalnızca çocuklar için değil biz gençler olarak da hayatımızın tahmin edemeyeceğimiz kadar çok alanına fazlasıyla müdahil olmuş durumda. Sorun gayet açık, içeriği ne olursa olsun çocukların bizim onaylamadığımız videoları izlemesini istemeyiz.  Bu kadar fazla, hatta tabiri caizse “çılgınca”  içerik üretilen, bu içerikler okundukça/izlendikçe para kazanılan ve bu içeriklere ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir ortamda tehlikelerin farkında olmalı ve elimizden gelen önlemleri almalıyız. Çocuklara olumsuz örnek oluşturabilecek şarkı örneklerini ararken bu başlık atındaki şarkıya bakmak istedim. Aslında isminden dolayı olumlu bir içerik olarak düşünsem de bana göre videodaki görüntüler ve şarkı sözleriyle tamamen olumsuz içerik barındırıyor. Bana göre  korkutarak öğretmek yemezsen öcüler gelir, giyinmezsen iğneciyi çağırırım gibi söylemlerin çocuklar için  psikolojik travma yarattığını söyleyebiliriz. Öncelikle korkarak öğrendiğimiz hiçbir şeyi içselleştirmiyoruz yani sadece korktuğumuz için yapıyoruz. Bana kızmasınlar, yemeğimi yiyeyim; annem kızar kardeşime vurmayayım diyorsa annem arkasını döndüğü anda vururum! Yani korktuğum kişi yanımdaysa bu davranışı yapmıyorum ama onun kontrolünde değilsem yine bildiğimi yapıyorum. ‘’Mikroplar Elden Ele’’ şarkısını da korkutucu ve şiddet içerikli çocuk şarkısı olarak ele almak istiyorum. Öncelikle müziği verilen korku efekti ve korkunç bir  görünümlü küçük ama canavar görünümlü bir mikrop var.  Şarkının ilk başında kurulan  ‘’Gel Gel Dokun Bana Neler Yapacağım Sana’’ ile başlayan tehdit cümlesi onlara mikrobun kötü olduğunu kabul ettirmek için  korkutarak, tehdit ederek mesaj vermek istenmiştir. Bu tehditlerden çocuğun etkilenmemesi ve korkmaması mümkün değildir. Olur olmaz her şeyle korkutulan çocuklar bir süre sonra kendi başlarına kalamayan, bir yere gidemeyen, kendilerini ifade edemeyen çocuklar haline gelirler ve ağır kaygı bozuklukları yaşarlar. Çocuğu korkutarak eğitmek, disiplin uygulamak mümkün değil. Korkutma davranışları, çok geniş bir yelpazeyi kapsar. Daha sonra gelen ’’Hasta Edeceğim Seni’’ cümlesiyle sözel şiddete devam ettiğini gösterir. Bu da en az fiziksel şiddet kadar hasar verir ve çocuğun öz saygısında, kişilik oluşumunda kalıcı hasarlara yol açabilir. ’’Elden Ele Gezenlerde Hep Ben Varım Hatırla Sakın Beni Unutma’’ derken de her daim bu yaratığın onlarla olduğunu, ve çocuğun  endişe içinde kalabileceğini varsaymaktayım. Çocuğu korumamız gereken birçok şey var bunu kabul ediyorum. Fakat başvurulan yöntem kesinlikle bu olmadığını düşünüyorum. Yaşamın, siyah beyaz değil; grilerden oluştuğunu elbette biliyorum. Bunu öğretirken bile çocukların özgüvenlerini düşürmeden  kaygı ve korkularını çoğaltmadan yapabilmeliyiz. Çünkü daha sonra takıntıları gelişebilir ya da tam tersi olabilir. Çocukların kaygıları olduğunda özgüven düşüklüğü, düşük sosyal beceriler ve akademik problemler yaşayabilirler. Bu küçücük bedenlere bunu yapmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum. Şarkının dikkat çeken sözlerinden bir tanesi  ’’ Amacımız Size Bulaşmak’’ kısmıydı. Sanki çocuğun peşinde olacak bir varlık ve her daim onun düşmanıymış gibi hareket edecek, çocuğa emir ve telkin vererek savunma mekanizmasını oluşturmaya çalışacaktır. Böyle durumlarda çocuğun çıkış yolları tıkanmış, her tarafı engellerle dolu, belirsiz bir labirentte gibi hissedebilirler. Fakat çocuklar sevgiye aç susuz olarak yaratılırlar. Aslında yalnızca çocuklar için değil bütün varlıklar için bu böyledir denilebilir. Çocuklar kendi evlerinde bile kendini risk altında hissetmemelidir. Daha sonra gelen ’’Biz Kendimizi Severiz, HA HA HA’’ diye başlayan gülme efekti, sanki onlarla alay ediyormuş gibi  bir izlenim veriyor. Bu alayla da onların duygularını incitmesine  ve  başkalarına kötü davranmanın iyi bir hal olduğu kanısına varılabilir. Bu dalga geçilmenin dışarıya aşırı öfke, saldırganlık ya da içe kapanma gibi sonradan başa çıkılmayacak etkileri yan etkileri olabilir.  Şarkıya daha sonra giren Sabun’ un: Bu şarkı bir kandırmaca mikroplar dünyasında, ellerinizi sık yıkayın, şarkılarını söyleyin ama sözlerine inanmayın’’ sözleri çocuğun gerçek ve kandırmacanın ne demek olduğu ve kafasında sorularla kurgu yapmasını sağlayacaktır. Aslında şarkının onları aldattığı kanısına bile varabilirler. Bunu gerçek dünyanın problemlerinden kaçış olarak nitelendirmek doğru olabilir.  Bu durumu yaratan kişinin karşılaşacağı sorun ve problemleri çözme becerisinin gelişmemiş olası,  zarar göreceğini düşünerek  kendi yalan dünyasına saklanma davranışını doğurabilir. Çocuk mikrop canavarı bir süre sonra yok sayma ve görmezden gelme gibi savunma mekanizmalarına girecektir. Bilinç dışı gerçekleşen savunmalarda zarar göreceğini düşünmekteyim çünkü olmayan bir şeyi kendini korumak için, hayalinde canlandırdığı  bu canavarla sürekli  çatışma içerisinde olacaktır. Çünkü şarkıda canavar onlara bunu aşılamaktadır. Sabun’ a karşılık olarak Canavar : Bütün temiz çocuklardan nefret ediyoruum, diye bağırarak lavobonun içene düşer.  Bu keskin öfke, çocuğun zihnine aynı keskinlikte yerleşir. Çocuk sorgulamaz bu öfke tohumlarının atılış nedenlerini. Alır, kabul eder ve çoğu zaman içselleştirir. Ancak biraz büyüyüp ergenlik dönemine geldiğinde kendi bir şeyler katar bu duygu yüklenmesine. İçinde bulunduğu sosyal çevre devreye girer bu süreçte. Dışarıdan gelen mesajlarla kendi duygularını harmanlamaya çalışır. Ya var olan durumu eleştirir ve kendi doğrusunu bulur ya da öfkesine öfke katar. Birilerinden nefret ederek ve kin besleyerek yaşamak, yaşama amacı olmamalı bir kişinin. Böyle negatif bir duygu asla ileriye götürmez ve geliştirmez insanı. Belki nefret ortaklığında anne babasıyla, çocuğuyla, eş ve dostlarıyla, arkadaşlarıyla birleştirebilir. Hatta bu hal bir mutluluk ve ruhsal doyum sağlayabilir kişiye. Ancak birleştirici unsurun kin ve nefret ortaklığı olduğu hiçbir ilişki doğal ve sağlıklı değildir ve sürdürülemez. Çocukluk döneminde atılan kin ve nefret tohumlarının nasıl büyüyeceği ve ileride nasıl bir ürün vereceği kesinlikle öngörülemez. Ortamını bulduğunda vahşet ve caniliğe dönüşebilecek kadar tehlikeli ve ürkütücüdür bu hal. Yok etmeyi ve yok olmayı göze alacak kadar gözü dönmüştür bu kişilerin. Ya da vahşeti mazur görecek, alkışlayacak ve hatta asıl failleri görmeyip birilerini suçlayıp, bahane uyduracak kadar düşünce kıtlığı içindedirler. Taraf olma adına cinayeti hoş gören bu ruhsal yapı, nefret ortaklığında birleştiği kişi ve kişileri de yok eder bir süre sonra. Çünkü kin ve nefretin olduğu yerde hiçbir şey yeşeremez. Canavara karşılık sabun: ’’ Basıp giderken pisliğe’’ sözü çocuğun argoyla tanışmasına yol açabilir. Ne yazık ki hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor. Sosyal medyayı açıp hemen şu an baktığımızda  mutlaka 3-4 iletide bir küfürlü bir yoruma rastlayacaksınız. Çocukların özenerek seyrettiği, örnek aldığı YouTuber, fenomen denilen kişilerin pek çoğu küfürlü videoları ile milyonlarca takipçi kazandı o takipçilerin çok oluşuna pirim veren markalar da bu insanlara reklam için para ödeyerek olayları belki fark ederek belki de etmeyerek körükledi.  Nane Limon Kabuğuyla karşılaştırdığım da, şarkıda kullanılan dil ve metotların birbirinden ne kadar farklı olduğunu gördüm. Aslında iki şarkıda çocuklara öğüt vermek istiyordu fakat alıcıyı hangisi olumlu yönde harekete geçirdiği açık ve net.

Çocuk Edebiyatı dersinin  belki de son ödevini şarkı ödeviyle göndereceğim. Çok büyük heyecanla aldığım bu dersin benim ileriki hayatımda da önemli yer edeceğini bilmekteyim.  Çocuğun tanımı, izleyeceği okuyacağı ya da okumaması izlememesi gereken şeyleri öğrenmiş bulunmaktayım. Biliyorum çocuklar bizim geleceğimiz ve bu geleceğimize özenle bakmak için daha fazla özen göstermek gerekiyormuş. Bunu öncelikle izlediğim filmlerin içeriğinde ki gizli subliminal mesajlardan, daha sonra da ödevim için hazırladığım şarkılardan sonra daha iyi anlamış bulunmaktayım. Bu derse biraz hüzünlü veda etsem de bize öğrettikleriniz bilgiler, her daim takındığınız naif ve kibar tavrınızdan dolayı teşekkür etmek isterim. 

6 Aralık 2020 Pazar

6.Topl6umsal Cinsiyet Adaleti Kongresi: Değişen Dünyada Ebeveynlik

 

                                                       

                                                                EBEVEYN VE ÇOCUK

 

 

Ebeveynlik öğrenirlir mi,içsel midir?

6.Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresinde “Değişen Dünyada Ebeveylik” başlığıyla kültürel değişim,ebeveynlik algısı,kuşaklar arası çatışlamalar,çocuk hakları gibi konular üzerinden bilgi edindik.Çocuk Edebiyatı dersinden çocukluğun tanımı ve gelişimi,aile ile iletişimi dahilinde bir çok makale okuduk.Bu program bilgilerimi daha da pekiştirmemi ve çocuk için aslında ailenin ne kadar önemli olduğunu öğretti.Elimde olan birkaç sorunun cevaplarını da en doğru şekilde aktarmaya çalışacağım.Öncelikle ilk sorunun cevabı açılış panelinde  Prof.Dr.Medaim Yanık ile cevaplanıyor.Programa girmeden önce anne-babalığın yalnızca içsel bir durum olduğunu düşünmüştüm.Fakat Medaim Yanık’ın konuşmasıyla anne ve babalığın öğrenilebileceğini öğrendim.İlk cümlesinde Medaim Yanık bu konuda şöyle bir cümle kuruyor:

 

“Anne ve babalık yürümek gibi kendiliğinden öğrenilen içgüdüsel bir beceridir”

 

Aslında bu cümleyle ebeveynliğin içgüdüsel olduğu kadar öğrenmeyle de alakalı olduğunu anlıyorum.Anne ve babalığı öğrenmeden kasıt aslında bir eğitim.Bu eğitim  çocukta travma oluşturmamak veya travmadan korumak aynı zamanda gelişim süreci için iyi bir etken olduğunu söylüyor.Batı dünyasında bu eğitimlerin örneğini görmek mümkün.Hatta bu eğitimler daha çok çocuk yetiştirme ile ilgili meselelerde klinik tanı veya gelişimsel bozukluğu olan çocuklar için veriliyor.Bu programlar anne-babalığın gelişmesini sağlayarak,çocuğun normal gelişim sürecini en iyi şekilde geçirmesini,stresli yaşantılardan korunmayı ve ruhsal sıkıntısı olan çocuklara iyi anne baba olma becerisini arttırmayı hedefliyor.Edindiğim bilgilere göre maalesef  Türkiye’de anne ve babalık eğitimi ile ilgili çalışmalar henüz yok denecek kadar az. Çocukluk deneyimleri duygusal gelişimimiz için oldukça etkili olduğunu bildiğim için bu durum beni biraz üzüyor.Çünkü çocuklarla  olan ilişkilerimiz dünyanın bizim için neye benzeyeceğinin temelini atıyor. Çocuklar tanık oldukları ve yaşadıkları olaylar üzerinde dünyayı, hayatı anlamlandıyor ve bir içsel harita oluşturuyorlar. Uzmanlar  travmanın ne kadar erken yaşta yaşanırsa etkisinin de o kadar derin olacağını söylüyor. Çünkü çocuk ne kadar küçükse, kendini koruyacağı temel kaynakları da o kadar az oluyor.Bu sebeple çocuğun   ebeveynleri ile ilişkisi duygusal ve fiziksel sağlığı için büyük bir öneme sahiptir.Medaim Yanık bu sebeple: “Anne ve babalık Atölyesi”adını verdiği bir program düzenliyor.Böylelikle ebeveynlik eğitimi mümkün müdür,gerekli midir? Sorusuna mümkündür ve gereklidir cevabını verebiliyorum.Peki bu eğitim nasıl oluyor?

Medaim Yanık öncelikle anne ve babalara birkaç tavsiye ile başlıyor. Bunlar; çocuğun sır oluşturmaması, cinsel istismara uğrayan çocuktaki değişimleri fark etmek, evin psikolojik tansiyonunu/atmosferini iyi tutma halleri.Eğitim programlarını  da beş ayrı şekilde ayırıyor:Çocuk yetirtirmeyle alakalı üç tane kitap okuma bunlar:çocuk psikiyatrisi/psikolojisi veya çocuk eğitimi alanında yazılmış kitaplar hem bilimsel bilgiyi hem de uzman kanaatini içerir. Çocuk yetiştirme ile ilgili bir atölyeye katılma: Atölye çalışmaları anne babalık alanında hem bilgi hem de beceri kazanmanızı sağlar. Bu sebeple atölye çalışmaları hem kitap okumaktan hem de konferansa katılmaktan daha üstündür. Kendi çocukluk deneyimlerimiz üzerine yazılı düşünme: Kendi çocukluğunuz üzerine, anne babanızın sizi yetiştirme şekli üzerine düşünmek anne babalık yapma ile ilgili öğrenme sürecinize önemli katkı sağlayabilir. Kendi çocuk yetiştirme pratiğiniz üzerine üç ayrı zamanda bir saat düşünme: Öğrendiğiniz anne babalık bilgileriyle şimdiye kadarki anne babalığınız üzerine düşünmek olup biteni anlamanızı sağlar. Üç ayrı zaman düşünme derinliğinizi arttırmak içindir. Çocuğunuzun özel bir durumu varsa o alana yönelik özel bilgilenme: Sonuç olarak;ebeveynlik programlarının geliştirilip,kurumsallaştırılıp,toplum düzeye yayılması insan gücümüzün niteliğini arttırmak için gereklidir.Ne yazık ki Türkiye’de ebeveynlik eğitimleri başlangıç aşamasındadır.Medaim Yanık konuşmasının sonunda geliştirdiği eğitim programıyla toplumda kabul görmeyi amaçladığını dile getiriyor.

Ebevenlikte kültürel aktarım var mıdır? Varsa nedir?

Her toplumun kültüre özgü değerleri vardır.Bu değerlerin anne ve babalar çocuk yetiştirirken tutum ve davranışlarını belirlediğini düşünüyorum. O zaman her kültürün, kendine özgü çocuk yetiştirme tutumları vardır diyebiliriz.Kadem Ar-Ge Uzmanı Nezire Demir “Kültürel Aktarımda Ebeveynin Etkinliği” konuşmasında ebevenyliğin kültürel aktarımın olduğunu bizlere aktarıyor.Ona göre bu anlamda bir insanın ilk inşası annesidir.Büyüme ve yetişme sürecinde çocukların kafasındaki rol modelleri ilk olarak anne ve babasıdır.Her birey öncelikle bu iki insanla birlikte kimliğini oluşturur.Çünkü ona kim olduğunu söyleyen,geçmiş ve geleceğini anlamlandıran ilk kişiler anne ve babalarıdır.Aslında kimlik kazanımı kültürel aktarımın ilk aşamasıdır.Kültürel aktarım ilk olarak ebeveyn kanalı ile devam eder.Kültürel aktarımda anne ve babada kesinti olduğu zaman kişi kim olduğu bilgisine geç ulaşmak zorunda kalır.Dolayısıylada farklı kültürlere girmeye daha açık hale gelir.Bu bakımdan kimliği inşa eden kültürel aktarım kanalları için anne ve baba en etkin iki faktördür.Anne ve baba kanalı ile gelen kültürel aktarımdan faydalanmayan çocuklarda aidiyet duygusu zayıf kalır.Bu sebeple yetimleri kollamak,mallarını korumak ve evlendirmek;onları kuvvetlendirdiği gibi gelişim süreçlerini de kuvvetli kılar. Aynı zamanda kültürel aktarım nesilden nesile geçer,Kişilerin dünya görüşlerini benimsemesinde de anne ve babanın rölü belirgindir.İlk hayati bağ bu iki insandan geldiği gibi bir şeyin ne olduğu bilgisi de yine aynı kanaldan kişiye ulaşır.Adabı muaşeret aktarımıda özellikle anne eliyle ulaşır.Neziye Demir; Annenin kişiyi bütünlüğe ulaştıran hatta manevi ve ahlaki yönünü kavramasını babanın ise sosyal ve bilissel yönünü kavramasını sağlaladığını söylüyor. Ayrıca sürekli değişim halinde olan dünyanın anne ve babaların işini zorlaştırıyor.Çünkü yeninin gelmesi öncekileri gölgede bırakıyor.Geçmişi olduğu gibi bugüne taşımak elbette imkansız.Bu aktarım süresinde anne ve babanın araç ve amaç eksenine dikkat etmesi gerekiyor.Evladına aktaracağı maddi ve manevi unsurların değerlere atıfta bulunan bir yöne var mı diye bakması gerekiyor.Cevabı eğer olumlu alırsa bu aktarım korunmalı ve çocuğa aktarılmalıdır sonucu çıkıyor.

Ailenin Ve Ebeveynin  iyi olma hali arasında basıl bir ilişki vardır?

Bir aileye ait olmak temel duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamak paylaşmak kendimizi güvende hissetmek gelişmek ve tamamlamak için gereklidir.Ancak aile sadece gelişim değil gelişmiş bir toplum olabilmenin de gereğidir.Bir ailenin oluşumunda sevgi temel şarttır.Bu sağlıkla bir aile olmanın çocuklar için değer yargıları algılamaları değişim ve gelişim için önemlidir.Atilla Arkan “Ailenin İyi Olma Hali ve Babalık”adlı konuşmasında değişen dünyanın  aileyi de derinden etkilediğini savunuyor.Sanayi toplumu sonrası sosyal ve ekonomik gelişimler hayatımızda bir takım değişimlere yol açmıştır.Ailenin iyi olma hali aslında bireylerin sağlığı ve mutluluğu için son derece önemlidir.Babalık rölü,hem ailenin iyi olma haline hem de çocuğun yaşamına doğrudan ve dolaylı olarak etki eder.Aslında ailenin iyi olma hali babalık ile ilişkilendirilenilir.Çünkü babalar yönetim kurma,karar alma,problem çözme becerileri ile aileyi dengede tutar.Baba güven veren ve sorumluluk taşıyan kişi olarak görülür.Babaların ev işlerine katılımı,genellikle eşlerine yardım etmeleri paylaşmanın ve aile içi dayanışmanın önemi için gereklidir.Ailenin huzuru için Yaşanılan tartışmalarda eşlerin çocuklarn karakterlerine ve aile içi dinamiklerine uygun şekilde kim daha sakin kalabiliyorsa onun sakin kalıp iki tarafın da bağırmamaya çalışması,çatışmaların daha da artmaması için gereklidir.Çünkü bu ortamda büyüyen çocuklar kişiliklerinde  değişikliklere yol açarak ruh hâlinin daha değişken hâle gelmesine ve duygusal istikrardan taviz verilmesine neden oluyor.Kadın ve erkeğin sorumluluklarını bilip, iyi aile ortamı oluşturması çocuğun psikolojisi için önem arz ediyor.

 

Ebeveylikte sevgi ve saygı dengesi nasıl olmalıdır?

Öncelikle sevgi ve saygı  kelimesi nedense hep yetişkinler dünyasına aitmiş gibi düşünüyoruz. Çocuklara saygısızlık yapılabilir ama yetişkinlere yapılamaz veya çocuklar saygısızlık yapabilir büyüyünce nasılsa geçer gibi algılıyoruz. Yetişkinlerin genelde içine düştükleri yanılgı, sevgi ile saygının birbirine karışmasından ortaya çıkmakta.Bence sevgi ve saygı birbirinden kesinlikle ayırt edilmemeli.Program boyunca beklediğim ve bu sorunun cevabını çok sevdiğim Prof.Dr.Dursun Ali Tökel hocamız cevaplıyor.Öncelikle bizlere “Sevgi ne içindir? Diye sorarak  düşünmeye çağırıyor.Sonra ikinci sorusu geliyor.Anne ve babada olmayan bir şey çocuğa nasıl verilebilir?

Gerçekten de  bizler ilk olarak hayatı anne ve babalarımızla tanımaya başlıyoruz. Dolayısıyla en sevdiğimiz, İlk kızdığımız, kırıldığımız, İlk kahkaha attığımız, İlk ağladığımız şeylerin hepsi ebeveynlerimizdir. Dolayısıyla iletişimi de ilk onlardan öğreneceğiz. Ebeveynlerin iletişim şekilleri nasılsa en çok onlara maruz kalındığından çocukların iletişime dair yönelimleri de öyle olacaktır. Aşırı sevgiyle bazen iletişim zorlaşmaya başlar. Bir süre sonra altından kalkılamaz hale gelince, ilişkilerde kopmalar kırılmalar, istemsiz genellemeli hitaplar başlar. Bunlar da ilişkilerde geri dönüşümsüz yollara girmeye sebep olabilir. Bunlar sanmayın ki sadece yetişkin ilişkileri için geçerli. Bilakis çocuklarla olan ilişkiler için de geçerli.Dursun Ali hocaya göre en büyük sevgi çocuğu büyütürken karşılaşacağımız sorunlarla baş edebilme gücüdür.Elbette bir şeyi sevmezsek onunla başa çıkma süreci de zorlaşır.Ebeveylerin bu güçlü sevgisi olmasaydı onlarla nasıl başa çıkabilirdi.O zaman sevgi çocuğu büyütmek için gerekli bir araç halini alıyor.Fakat bu sevginin de bir sınırı var.Dursun Ali hoca şöyle bir cümleyle beni daha çok düşündürüyor.

 

“Sevgi yaşatmak içindir,öldürmek için değil”

Aşırı müdahale halindeki anne ve babalar maalesef çocuklarında zihnen,bedenen,manen baskı oluşturuyor.Sevgi aynı zamanda sahiplenmeyi de getiriyor.İşte burası çok hassas bir nokta.Çünkü sevgi sayesinde karşımızdaki varlığı sahiplenip,onu koruma içgüdüsüne bürünüyoruz.Sevgimizden ve verdiğimiz emekten sürekli anne ve babalar da ilgi bekliyor.Ve bu süreç hayal kırıklığı ve sitem şeklinde geri dönüyor.Çünkü sevmek bizi bir beklentiye itiyor.Fakat bu çocuğa yapılan en büyük haksızlık.Karşımızdakini bizim çocuğumuz şeklinde düşünmektense bir insan olarak düşünmek daha doğru olur.Sevgi de çocuğun kimliği,karakteri,kişiliği pek dikkate alınmıyor.Çünkü sevgi de kişi sevgişini boğar ve onu kendi gibi büyütmek ister.Aslında olaya bu çocuk bizim malımız değil,kişilik özellikleri,karekteristlik vasıflarını dikkate alarak yetiştirirsek ideal bir insan yetiştirebiliriz.Bu sebeple saygı bizi daha insani bir seviye de tutar.Öncelikle saygıda bir mesafe vardır ve hocamıza göre saygı da üstünlük iddia edilmez.Zaten saygı doğası gereği sevgiyi de besler,barındırır.Saygıyla birlikte  sevginin sınırlarını da bilebiliriz.Hocamız özetle hayatın ve her canlının birer lütuf olduğunu,onları kalplerimizi karartmadan, ruh ve beden sağlığımız için, tükenmeden tüketmeden, Hem de bizim dışımızdaki canlıların hayatlarının sağlığı için sevelim, sevgimizi ifade edelim, sevgimizi iletmenin yollarını bulalım fakat saygımızı da kaybetmemizi söylüyor., Her koşulda her canlıya, nefes alan her canlıya İnsan olarak daha da insan olma çabası ve gayretiyle kendimizle yarışalım.

 

Çocuk hakları çerçevesinde din ve değer eğitimlerine nasıl bakılmalıdır?

 

Çocukların sevgiye, şefkate ve korunmaya herkesten daha çok ihtiyacı olduğu su götürmez bir gerçektir. Çocuk toplumun bir parçası ve gelecekteki toplumun güvencesidir. Bu bakımdan çocuk haklarının özgürlük içinde ve dengeli bir şekilde korunması hem çocuğun hem de toplumun yararınadır. Bu nedenle çocukların gelişimine önem vermek zorunludur. Kişi nasıl bir çocukluk geçirirse ileride de öyle bir birey olur. Ancak, özgürlük içinde, baskıya ve şiddete maruz bırakılmadan yetişen çocuk ileride yaşadığı toplumun sağlıklı olmasını ve aynı zamanda kendisinin de yaşadığı topluluğun bir parçası olmasını sağlayacaktır. Çocuk haklarını kökleştirmek bir toplumun geleceği için yapılan en önemli yatırımdır. “Eğer bir toplumda çocuklar ihmal ediliyorsa o toplum geri kalmış bir kültürdür. Ancak çocukların gelişimine önem veriliyorsa o toplumun kültürü gelişmiş bir kültürdür” der düşünür ve eğitim kuramcısı John Dewey.

Peki çocuk haklarının din ve eğitim açısından rolü nedir diye soracak olursak bunun cevabını Süleyman Gümrükçüoğlu’ndan cevap alabiliriz.Süleyman Gümrükçüoğlu çocuğu toplumun kültürüyle be ahlaki değerlerini gelenek ve göreneklerini  nesilden nesile aktaran toplumsal sürekliği sağlayan bir birey olarak görüyor.Dolayısıyla güçlü toplumların oluşması ,korunması,için dini değerler ile oluşmuş aile en önemli unsurdur.İşte bu noktada İslam dini aile oluşumunun ve devamlılığını sağlamak için bazı hükümler çiziyor.Bu bakımdan Müslümanlar için evlilik hayat boyu birlikteliği sağlayan  sadakat üzerine kurulu bir temeldir.Bu yapının en önemli bireyi de çocuktur.İslam dini de çocuğun dünyaya gelmesinden sonra ebeveynler ve çocuklar arasında bazı hak ve hukuklar çizmiştir.Türklerin İslamiyeti kabul etmesiyle birlikte çocukların korunması ve bakımı ile ilgili hükümler hayata geçirilmiştir.Asırlar öncesi İslamın ortaya koydugu şey ergenlik dönemine kadar çocugun bazı şeylerde mükellef sayılamayacağıdırKur’an ve Hadisler çocuğa sosyo-kültürel ve hukuki bir kimlik kazandırmıştır.Daha çocuk anne karnındayken  ebeveynin sorumlulukları vardır..Bu çocuğun gelişimi açısından tedbir dönemi olarak adlandırılır.Doğum sonrası sorumluluklar ise tahkim dönemini oluşturur.Bu hak ve sorumlulukar yerine getirilirse sosya-kültürel bilişsel,duyusal kimliğin sağlıklı gelişmesi için önem arz eder.İslam’da anne baba hakkının,Allah hakkından hemen sonra zikredilmesinin en önemli nedeni,çocuklara karşı büyük sorumluluklar üstlenmiş olamalarıdır.Anne ve baba sorumlulukları,kazai ve diyani olmak üzere de iki ye ayrılır.Bu İslam hukukunu diğer sistemlerden ayıran en belirleyici özelliktir.İslamiyet aslında çocuk haklarına ve ebeveyn sorumluluklarına verdiği önem ve koruması görüşmeye değerdir.Bu soruyla birlikte ulaştığım yanıt aslında kısaca şu oluyor.Değişen ve gelişen dünyayla birlikte anne ve babalar arasında ki hak ve sorumluluklar olumsuz etkileyor.Bu sebeple çocuklar üzerindeki haklar da ihlaller oluyor.Yaşanan sorunların çözümü de en iyi şekilde dinin ortaya koyduğu normlarla çözüme ulaşıyor.

 

5 Aralık 2020 Cumartesi

 


                                   MEMDUH ŞEVKET ESANDAL'IN SANAT ANLAYIŞI

                     BAHSETTİĞİ TEMALAR,DİL ÜSLUP VE SÖYLEM NİTELİKLERİ

     
Memduh Şevket Esandal’ın ilk okuduğum kitabı ‘’Ayaşlı ve Kiracıları’’ oldu.Kitabı okuduktan sonra yazarı daha yakından tanımak için Berna Moran,İnci Engünin,Orhan Okay ve konuyla  alakalı yapılan tez çalışmalarına baktım.Bu sebepten romana geçmeden önce Memduh Şevket Esandal hakkında edindiğim bilgileri dersteki notlarım dahilinde  paylaşmak istiyorum.Öncelikle Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı aşağı yukarı 1920’lerden 1950’lere kadar geçen süreyi kapsar.Memduh Şevket Esandal’da 1883 yılında dünyaya gelmiştir.Yani  hem Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hem de yeni Türkiye Cumhuriyetine tanık olmuş yazarlar arasında yerini alır.Aslında bu dönem yazarları hem bu dönemde hem de bir önceki devirde yetişmiş yazarlardır.Cumhuriyet Devri yazarları denildiğinde  aklıma Halide Edip Adıvar,Yakup Kadri Karaosmanoğlu,Mehmet Akif Ersoy,Ömer Seyfettin gibi isimler geliyor ve  sanat görüşleri hakkında  birer cümlede olsa yorumlar yapabiliyorum.Fakat Memduh Şevket Esandal hakkında  derslerde konuştuğumuz ya da benim merak edip baktığım bir not bulamadım.Bunu edindiğim bilgilere göre Memduh Şevket Esandal’ın aslında bir siyasetçi                                       olmasına bağlıyorum.Siyasi hayatı ön plana çıktığı için yazarlığı o dönem için biraz gölgede kalmış.Zaten kendisi de edebiyata ancak siyaset ve bürokrasiden arta kalan zamanlarda yönelebildiğini söylemiştir.Buna rağmen  edebiyat dünyasında daha çok sevilip sayılmış.Bugün ise artık siyasi görüşü tamamen arka planda olup eserleriyle anılıyor.


Öncelikle yazar, yapıtlarında birden çok imza kullanmıştır.M.Ş.E, M.Ş., Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat,  M. Oğulcuk, İstemenoğlu,Meşe541 gibi.Fazla imza kullanmasının sebebini beni etkileyen şu cümleyle  açıklıyor:‘’Aslında ben politikada eskittiğim adımı çok sevdiğim sanatta kullanmak istemiyorum.”[1]Bu sözlerle yazarın siyaset ve edebiyatı birbirinden her zaman ayrı tuttuğunu hatta edebiyata çok değer verdiğini görebiliyorum.Fakat  gerek meclis içinde gerekse dışında siyasete ilişkin hiç yazı yazmaması ve demeç vermemesi zaman zaman onun yanlış değerlendirilmesine,hakkında çeşitli yorumlar yapılmasına yol açmıştır.Hatta Orhan Veli  bu imza konusunu: ‘’sanata değer vermediği için imza atmadığını,yüzyıl sonra ise eserlerle anılacak olduğunu söyleyerek eleştiride bulunmuştur.''Memduh Şevket Esandal’da Orhan Veli’ye Hisar Dergisi’nde şöyle bir karşılık vermiştir:Halbuki sanata ehemmiyet vermesem yazılarıma imzamı koymamazlık yapar mıyım? Onlara imzamı koymamam ehemmiyet verdiğimi göstermez mi? Yazılarımın altına imzamı koymuyorsam onların imza koyacak kadar değerli olduğunu kabul etmememden ileri geliyor.Mümkün olsa imzamı hiç atmam.’’[2] Orhan Veli’ye katılmamakla birlikte Memduh Şevket Esendal’ın eserlerine adını açık yazmayışında, edebiyata saygısı olduğu gibi karakterindeki alçakgönüllülüğünün etkili olmasına bağlıyorum.Ayrıca yazarın eserleri ideolojik görüşleri barındırmasada baştan sona toplumsal meseleleri konu ediyor.İnci Enginün’de bu konuda:“Esendal’ın eserleri hiçbir ideolojik görüşü yansıtmaz.O hikayelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini, davranışlarını anlatır''[3]diyerek konuya açıklık getirir.Yazar bunu yaparken toplumun çeşitli kesimlerinden farklı insan tipleri  vasıtasıyla (Ayaşlı ve Kiracılarda da olduğu gibi) yapar.


Memduh Şevket Esandal,yazdığı eserlerde Türkçe konuşup yazmanın önemini vurgulayan bir yazar olmuştur.Bu yüzden dili sade kullanmaya hep özen göstermiştir.Öykücülüğe başladığı yıllarda,dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin’in izinden gitmiştir.Hatta Ustalık döneminde kendi çağdaşlarından ve Ömer Seyfettin’den bile daha sade ve düzgün bir dille yazar hale gelmiştir.

Her yazarda olduğu gibi Memduh Şevket Esandal’ın da arayış ve ustalık dönemi olmuştur.Buna sirayeten İsmail Çetişli, Esendal‘ın hikayelerini iki ana döneme ayırmıştır.Birinci devre 1908- 1920 , İkinci Devre 1920- 1952’ dir.İkinci devir Memduh Şevket’in ustalık dönemini oluşturur çünkü 1920  Bakü büyükelçisi olduğu tarihtir.Rus edebiyatının önemli ismi olan Anton Çehov’ la burada tanışmış ve kitaplarını yanından eksik etmez olmuştur. Mektuplarında da görüldüğü gibi Çehov onun sıklıkla okuduğu yazarlardan olmuştur:“Kanepenin üstüne uzanıp Çehov’ u okumaya başladım. Bir de güzel hikayesini okudum ki elim değerse, gelecek mektuplarda tercümesini yollarım’’ [4]   

Yazarın sanat anlayışından sonra Ayaşlı ve Kiracıları hangi tema üzerinde işlenmiş,teknik ve tematik özellikleri bakımından okuyucuya nasıl aktarılmış anlatmaya çalışacağım.

Her yazar yaşadığı toplumun kültüründen etkilenir ve ister istemez bunu eserine yansıtır.Memduh Şevket Esandal’da hikayelerinde yaşadığı coğrafyanın ve insanının sorunlarına eğilmiştir. Bu sorunları verirken de, hayata bakışında olduğu gibi hoşgörülü  bir yaklaşım sergilemiştir.Öncelikle yazarın hikayecelik hakkındaki görüşünü paylaşmak istiyorum:‘’Hikayecilik bakımından bizim gençlerimiz ikiye ayrılıyor. Birincileri kara hikaye yazıyorlar. Anasını babasını öldürüyor, açlıktan, sefaletten, hastalıktan bahsediyor, önce insanı yoğrulmuş mutfak paçavrasına çeviriyor, sonra da çalış diyor. Ben böyle hikayeleri sevmem. Benim hikayelerim toplumun yaşadığı coğrafyanın insanının sorunlarına eğilmiştir.’’[5]Bu sözler yazarın hayata sürekli  gülümseyerek baktığını aynı zamandan eserlere bakış açısını ve  yazarlık anlayışını ortaya koyar.İşte Ayaşlı ve Kiracıları da bu söylentisine örnek oluşturabilecek türden bir eserdir.

Bu roman,Tanzimat döneminde başlayıp Cumhuriyet döneminde de devam eden Batılılaşma ya da modernleşme öyküsünün bir uzantısı olarak da okunabilecek bir romandır.Bu anlamıyla, romanda, 1930’ların başında Ankara’da kentleşme projesinin uygulanmaya başlandığı ve bürokrasinin en güçlü olduğu dönemde sıradan insanların hem mekânsal değişimi hem de dinin günlük yaşam üzerindeki kontrolünün kalkmasıyla ortaya çıkan özgürlük kavramını nasıl algıladığı ve bunu günlük yaşamına nasıl dahil ettiği konular üzerinde değinir.Derste de konuştuğumuz üzere o zaman Ankara Kurtuluş Savaşı  ile birlikte başkent ilan edilir ve ciddi bir şehirleşme süreci yaşanmaya başlar.Bu sayade, bölgede eskisine göre çok daha fazla sayıda “modern” insan yaşamaya başlar. Memduh Şevket Esendal’da Ankara’da bu dönemde yaşanan değişimi gözler önüne sermek, bu “yeni,” farklı hayat tarzı ile Ankara’daki eski hayat tarzının nasıl bir araya geldiğini göstermek istemektedir.Bu dönem yazarlarının birçoğu romanlarda mekan olarak Ankara'yı seçer.(Yaban gibi).    

Yazarın bu romanı yazmaya başlamasındaki en büyük amaçlardan bir tanesini de aslında Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle açıklıyor:‘’Roman yeni kurulan Ankara’nın atmosferinde ülkedeki seviye ve zihniyet farklarını güçlü bir biçimde gösteren bir yapıttır’’ [6]  

Milli Eğitim Bakanlığı Tarafından okullara tavsiye edilmiş bu kitap ilk olarak Vakit gazetesinde tefrika edilmiş,daha sonra 1934 yılında kitap olarak basılmıştır. 1942 yılında CHP Roman Ödülü yarışmasında beşincilik aldıktan sonra yazar ve eleştirmenlerin dikkatini çekmiştir.Yazar romanın sonuna kadar  olayları kimi zaman duygusal,kimi zaman da mizahi bir unsurla bize aktarır.Memduh Şevket Esandal’ın hayatı hakkında bilgi edinmeye çalışırken hareketli bir mizacının olduğunu öğrenmiştim.Ve görüyorum ki bu mizacı fazlasıyla hikayesine de geçmiş.Esere yapılan eleştiriler arasında Ayaşlı ile Kiracıları’nın bir roman olmadığı doğrultusundadır.Muzaffer Uyguner’in Esendal’la yaptığı söyleşide, ‘’Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları’nın bir roman değil, uzunca bir öykü olduğunu söyler.’’ Bu savaşa katılanlar arasında bulunan Şahap Sıtkı;romanın bütünlükten yoksun ve yarım kalmış olduğuna dikkat çeker aynı biçimde Ahmet Kabaklı da, “Bir alay orta halli kişinin serüvenlerini teker teker anlatan ve bu olayları hafif ilintilerle birbirine bağlayan bu roman, çatısı itibariyle uzun bir hikâye gibi kurulmuştur”[7]diyerek bu görüşe katılır.Bu açıklamalardan sonra yazarın eserindeki şahıs kadrosu ve bu kadronun tematik özellikleri üzerinden kişilerin analizini yaparak anlatmaya çalışacağım.

Roman banka memuru olan anlatıcının pansiyona gelmesiyle başlar.Hizmetli genç bir kız olan Halide’den,pansiyonda yaşayan kişileri öğrenir.Bu kişiler ilerleyen sayfalarda sürekli çoğalır.Bunlar aslında eğlenceye, esrara, kumara, paraya düşkün kimselerdir. Anlatıcı’nın tanık olduğu bu durumlar,onun kabul edebileceği bir yaşantı değildir.Aslında burada karakterin işlevi kültürel,sınıfsal ve anlatısal açılardan değerlendirilmiştir.Anlatıcı çalışkan, dürüst, saygındır.Çalışmadığı sürelerde sürekli kitap okuyan  aydın bir kişidir. Bu nedenlerle Anlatıcı, pansiyondaki diğer kişilerden önemli farklılıklar gösterir.

Ayaşlı İbrahim Efendi,anlatıcının kaldığı pansiyonu kiraya veren kişidir.Memurlara, işadamlarına,toplumun bir çok kesiminden insanlara odaları kiraya verir.Dolayısıyla, bu apartmanda kadın, erkek, genç, yaşlı, evli, bekâr birçok toplumdan insan yaşamaya çalışır.Anlatıcı Ayaşlı’yı cahil paraya ve eğlenceye düşkün olarak tanımlar.Fakat buna rağmen,güvenilir, çalışkan, işini bilen, az konuşan,keskin biri olduğunun da altını çizer.

Anlatıcının kendisini yakın hissettiği kişilerden birisi Halide'dir. Anlatıcı’nın Halide ile olan konuşmalarından ona acıdığı gözlemlenir. Fakat diğer kişilere karşı acıma hiç hissetmez.Çünkü Halide dürüst ve samimidir.Ufak yaşında kocaya verilmiştir.Kimsesiz olduğu için bu pansiyonda hizmetçilik yapmaktadır.Hamile olması sebebiyle pansiyondan ayrılacak yerine Raife gelicektir.

            Ayaşlı’nın üvey kızı ola Faika ev kadını,biraz ukala,çocuğuna bakmak istemeyecek kadar da bencil birisidir.Anlatıcı Faika ile olan ilişkisini hep aynı seviyede tutmaya çalışır. Bu sınırlama, aslında Anlatıcı’nın değer yargılarını anlamamda bana kolaylık sağladı diyebilirim.Faika'nın eşi Şoför Fuat,onun  gibi genç fakat ahlaki değerleri zayıf,sorumsuz birisidir.Hatta karısını bile döver.Karısıyla ilişkileri sorunludur.Pansiyona ara ara uğrar.Bu durum eşiyle arasının açılmasına sebep olur.Romandaki olumsuz kişiler arasına ekleyebileğim bir karakterdir.

Hasan Bey ise  Anlatıcının hemşehrisi olması sebebiyle farklılık gösteririr.Karısında ve kızından başka kimsesi yoktur.Kızına çeyiz bakmak için ayrıldığı köyden sonra bu pansiyonu tutmuştur.Doğru,sözünün eri bir kişidir.Ayaşlı ile sık sık rakı sofraları kurarlar.Anlatıcı Ayaşlı ve Hasan Efendi’yi fiziksel özellikleri bakımından karşılaştırır.Fakat karakter bakımından birbirlerine benzetir.Mesela ikiside yalnız yemek yemekten hoşlanmazlar.Paylaşmayı,yedirmeyi,içirmeyi çok severler.

Benim en sevmediğim karakterlerden birisi Şefik Bey oldu.Çünkü en önemli özelliği bencil olması,bu yüzden hizmetli kız Halide’yle çok iyi anlaşamıyor hatta Halide’yi eşyalarını toplamadığı gerekçesiyle dövmeye kalkıyor.Paraya çok düşkün bu sebepten para için yapmayacağı şey yoktur.

Şefik Bey'in bir diğer eşi Turan Hanım'dır.Anlatıcıya göre güzel bir kadın fakat sürekli kumar oynuyor.Hatta çoğu zaman apartman sakinleride bu kadınla birlikte gece gündüz demeden içiyorlar.Kocası Haki Bey,onlara uymadığı için anlatıcıyla birlikte uyumaya gidiyor.Turan,aile kavramının içini boşaltan bir kişi olarak romanda öne çıkar. Dolayısıyla, Anlatıcı’nın bu kişi üzerinde durması, evlilik kurumuna nasıl baktığını da açığa çıkaracaktır.

Kumar masasından ayrılmayan bir karakter de Abdülkerim Bey'dir.Tüccardır,kumara oda tıpkı Turan Hanım gibi kumara çok düşkündür.Karısı İffet  ile bir çocukları var.Fakat çocuklarına karşı ilgisizler hatta kumar oynamak için çocuklarını annelerine veriyorlar.Bu karıkoca sinsi, kurnaz, pişkin, sessiz, duygusuz,ancak iş zekâsı gelişmiş bir kişidir.Kumar partilerini kaçırmayan bu kişinin romandaki yerini de karısı ile olan kavgaları belirliyor.

İskender Bey'de Abdülkerim gibi olumsuz bir karakterdir.Para ve belli bir statü kazanabilmek için uyuşturucu da dahil olmak üzere her türlü işe atılabilecek bir kişilik sergiler.Romanın ilerleyen kısımlarında hapse girecektir.

Bütün bu insanlar içinde Selime, çıkar ilişkilerine girmeyen, haksızlıktan hoşlanmayan, dedikodudan uzak duran, samimî, saygılı, sorumluluk bilinci yüksek, eşitlikçi, dürüst ve okuyup yazan bir aydın olarak karşımıza çıkar.Anlatıcı’nın Selime’yle evlenmesi romanda,değer sisteminin bu insanlarınkiyle örtüşmediğini vurgulamak içindir.

             Görüldüğü üzere roman tek bir karakter etrafında toplanmaz. Ağırlık verilen konulardan ilki, kadın-erkek ilişkileri ile aile kurumu, ikincisi bürokratik sorunlardır. Faika’nın kocasının başka bir kadınla metres yaşamı sürmesi,Hâki’nin gözü önünde kendisini aldatan karısına aldırmaması,Abdülkerim’in, karısı İffet’in Cevat’la birlikte oluşuna izin vermesi ya da Abdülkerim’in hizmetçi Ziynet’le birlikte oluşu, pansiyonda görülen alışılmış ilişki tarzlarıdır.  Diğer ilişkilerde ise metres yaşamı görülür.  Halide ile Rasim, Feyyaz ile Cemile, Faika’nın ablası ile hatırlı bir kişi ve Cavide ile evli bir erkek, bu yaşam tarzını benimseyen karakterlerdir. Bu gevşeklikte yaşanan ilişkilerde ahlâkî değerlerden, sevgiden ve sorumluluktan söz etmek olanaklı değildir. İlişkiler, her an kopabilecek kadar gevşek yaşanır. Pansiyonda yaşayan herkes kiracıdır; bu yüzden, aralarında hem dayanışma vardır, hem de ilgisizlik.Ayaşlı ve bir ikisinin dışında birbirlerinden kolayca kopabilmeleri de bundandır Romanda bu ilişki türleri için bedel ödeyen bir diğer kesim ise çocuklardır.Dolayısıyla, sürekli ağlayan bir çocuk imgesi romanda dikkat çekicidir. Bu kalabalık kadro, romanın zenginleşmesini ve bu yapı içinde Anlatıcı’nın değer yargılarının, kültürel ve sınıfsal farkının daha güçlü bir biçimde açığa çıkmasını olanaklı kılar. Yapılan eleştirilerin pek çoğu, romanın Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan toplumsal değişimi yansıttığı konusunda benzer değerlendirmeleri içermektedir.                   

Ahmet Oktay  romanda ''Cumhuriyet’in ilk yıllarının bütün olumlu ve olumsuz yanlarının ve rastgele bir araya gelen insanların serüvenlerinin anlatılarak gözler önüne serildiğini belirtir .'' [8]

Sonuç olarak Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ile Kiracıları  Cumhuriyet’in ilk on yılını kapsayan modernleşme yönündeki sosyolojik değişim dönüşüm yıllarını, toplumu temsil eden bir apartmanın dairesinden anlatmak istemiştir.Bu doğrultuda eser, toplumun bir kesiminde gözlemlenen ahlaki yozlaşmayı,  modernizm eleştirisi çerçevesinde ele almıştır.

 



[1]   (ÖZER, EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN HİKAYELERİNDE TOPLUMSAL MESELELER, 2019)S.12

 

[2]   (ÖZER, EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN HİKAYELERİNDE TOPLUMSAL MESELELER, 2019)S.14-15

 

[3]  (BELGE, MURAT, İstanbul: İletişim Yayınları, 1983) 622.)

[4]  (GÖZCÜ, SEVİM, Haziran 2004)S.11

[5]   (ÖZER, EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN HİKAYELERİNDE TOPLUMSAL MESELELER, 2019)S.39

[6]   (GÖZCÜ, SEVİM, Haziran 2004)S.11

[7]   BELGE, MURAT. (İstanbul: İletişim Yayınları, 1983) 622.). “ Cumhuriyet Döneminde Hikaye,” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 3.CİLT.

 

 

 

[8]   BELGE, MURAT. (İstanbul: İletişim Yayınları, 1983) 622.). “ Cumhuriyet Döneminde Hikaye,” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi 3.CİLT.